Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  PortalliPortalli  GaleriGaleri  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 "Zamanaşımı" sergi

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
LiMaN
Administrator
Administrator
LiMaN


Mesaj Sayısı : 1977
Kayıt tarihi : 10/12/06

"Zamanaşımı" sergi Empty
MesajKonu: "Zamanaşımı" sergi   "Zamanaşımı" sergi Icon_minitimePtsi Mart 12, 2012 9:55 am

istanbulda üç mekanda açılacak sergi ile sanatçılar hukukta zamanaşımını sorguluyor. kapsamlı sergi 16 mart 2012 de Karşı sanat, ADA sanat ve rumeli han c blok da üç mekanda açılıyor.



“İLERLEME”NİN KUTSALLIĞI VE ZORBALIĞI

Emre Zeytinoğlu

İnsanlık tarihi üzerine her tür bakış açısının hemfikir olduğu durum, bu tarihin bir zulüm süreci olduğudur. Theodor Adorno tarih denilen şeyi, son derece belirgin biçimde “felaketler fablı” olarak tanımlamıştı. Ve Adorno’nun sadık takipçisi Terry Eagleton ise “felaketler fablı”na bir açıklık getirmişti: “Evrensel tarihin herhangi bir temeli varsa, o tarih, mutluluğun birikimine dair bir masal değil, sapandan megatonluk bombalara uzanan bir hikâye olmalıdır.” İnsanlığın “ilerleme” üzerine verdiği mücadeleler, elbette onurlu ve övgü dolu sözleri hak edecek bir süreci de öne çıkartabilmiştir. Ama işte bu süreç her zaman o “felaketler fablı” ile iç içe olmaktan da kurtulamamıştır. Walter Benjamin gibi düşünürsek: Leonardo da Vinci uçma tasarımları yaparken, o tasarımların ağır bombardıman uçaklarına kadar varacağını tahmin edememişti.
Zor kullanma, tarihin değişmez bir parçası haline gelmişse, o halde bu, insanın doğası ile ilgili bir durum muydu? Belki de öyleydi; yani zor kullanma, bir “üstünlük” elde etmede ya da onu elde tutmada, insanın (çevresindeki diğer insanlara karşı) ilk başvuracağı doğal davranış biçimiydi. Ne var ki iş bu kadar basit olamazdı; toplumsal yapıların sahne olduğu örgütlü çatışmalarda ortaya konulan zor kullanma eyleminin anlamı neydi; bu nasıl açıklanabilirdi? Basit bir örnekle, Leonardo’nun “tek irade” doğallığında ortaya koyduğu bir tasarım, sonradan nasıl olmuştu da kolektif üretimin en “ileri” boyutuna ulaştığında tam ters bir içeriğe dönüşerek, zor kullanmaya hizmet eder makineleri doğurmuştu?
Zor kullanma makinelerinin kolektif bilinçaltında meşruluk kazanması, asla tarihin gözden kaçırılmış bir durumu değildir. “İlerleme” ile birlikte büyüyen imha etme eylemini fark edenlerin sayısı, yalnızca Adorno, Eagleton ve Benjamin ile sınırlı kalmamıştır. “İlerleme”nin aslında, “ölüm düşüncesinin ruhlara sinme süreci” olduğunu vurgulayan pek çok yazar ve onların ortaya koyduğu binlerce sayfa vardır. Örneğin, Friedrich Engels’in “Endüstri Devrimi, devrim olma niteliğini 1830’da yitirmiştir” diye yazmıştı. Engels’e göre “burjuvazi, feodal gericilikten daha çok devrimci işçilerden; burjuva devriminin gerçekten de bir sosyalist devrime doğru ‘taşmasından’ korkuyordu.” Engels’in sözlerini izleyen Werner Sombart 1913 yılında “ilerlemenin saçma bir fikir olduğunu ve insandaki her tür ideal hareketi boğduğunu” belirtmişti. Henry James 1914 yılında “uygarlığın kanlı ve karanlık bir uçuruma düştüğünden” söz etmişti. Max Ferdinand Scheler ise 1915 yılında “modern uygarlık ruhunun bir ilerleme olmadığını, tam tersine, insanlığın gerilemesi olduğunu” iddia ediyordu. İtalyan felsefeci Paolo Rossi, “İlerleme” hakkındaki bu olumsuz yaklaşımların, 1930’lu yıllarda büyük bir koroya dönüşmüş olduğuna dikkat çeker.
Eleştirel düşünceler içinde belki de en ilginç olanlardan biri Emile Zola’dan gelmiştir ki, bu, Engels’in “ilerleme” konusundaki eleştirileri ile yakın bir döneme rastlar. Zola, 1890 yılında yazdığı “Hayvan İnsan” (La Bête Humaine) adlı romanında, başıboş kalmış bir lokomotifi anlatmaktadır: “Lokomotif, kendi nefesinin gıcırtılı korkusuyla, gittikçe daha fazla allak bullak olmuş bir halde hızla, amaçsız ilerliyordu...” Romanda, lokomotifin ateşçisi ile makinisti, kıskançlık nedeniyle bir kavgaya girişmiş ve ikisi de bu kavga sırasında aşağı düşüp parçalanmışlardır. Makinisti olmayan tren ise kendi başına ilerlemekte, ocağa doldurulmuş kömürlerin kor hale gelmesiyle, denetimsiz bir hıza ulaşmaktadır. Hiçbir şeyden haberi olmayan yolcular (ki bunların çoğu, askerlerdir), hızın büyüsüyle sarhoş olup keyiflenmişler, şarkılar ve marşlar söylemeye başlamışlardır; karanlıklar içinde ölüme doğru ilerlediklerini düşünmeleri, bu sarhoşluk yüzünden olanaksızdır. Yazar romanda lokomotifi sık sık, dizginlerinden kurtulmuş bir hayvan gibi gösterir. Zola’ya göre, trendeki insanların hızdan duydukları haz, onların bu makine ile özdeşleştiğinin; dolayısıyla hayvanlaştıklarının işaretidir. Fakat şu var ki, 19. yüzyıldan itibaren tam anlamıyla bir inanç haline gelen “ilerleme”nin, toplumsal şiddeti gizleyen yanıyla bir yozlaşmaya yol açtığını söyleyen yazarlar, o “ilerleme”yi kutsal bir kavram halinde algılayan ve sunanlar tarafından yok sayılmış, her biri önemsizleştirilerek tarihten çıkartılmıştır. Rossi bu konuda, “o binlerce sayfa sanki hiç yazılmamış gibidir” der.
Özellikle 19. yüzyılın sonunda örgütlü sınıflar arasındaki mücadeleleri anlamlandırmak ve bu noktada, “salt makineleşme”nin ötesindeki “ilerleme”nin niteliğini belirlemek adına, geniş bir tartışma alanı ortaya çıkmıştı: Tartışma alanında yer alan iki ana düşünceden (ve diğerine göre daha eski olandan) biri, “ilerleme” sürecindeki sömürünün bir zor kullanma sonucu doğmuş olmasıydı. Yani ekonomik sistemin sömürü boyutu, silah marifeti ile sürdürülüyordu ve böylece sömürü-karşıtı devrimci güçlerin, ahlâki bakımdan bu zor kullanımına karşı durması gerekiyordu. Bu düşüncenin (ilk bakışta son derece insani bir gerekliliği vurguluyor olsa da) sakıncalı olduğu açıktı: Her şeyden önce sömürü-karşıtı devrimci güçlerden, o ahlâki yapıya sarılmaları ve bir bakıma zorbalar tarafından kendilerine biçilen bir kadere rıza göstermeleri isteniyordu. Diğer yandan da “ilerleme” boyunca zorbalık makinelerini eline geçirmiş olan iktidarın, ahlâki bir yapının telkinleri ile bu makinelerden vazgeçmesi asla mümkün değildi.
Fakat tartışmanın diğer karşıt ucunda yer alan ikinci (ve diğerine göre daha yeni) düşünce, sömürü ile “ilerleme” arasındaki ilişkiye daha farklı bakmış ve zor kullanmayı bu ilişkide hayli geri plana atmıştı. Örneğin Engels, siyasi yapı ile üretim tarzı arasında mutlak bir bağlantının olduğunu yazıyor ve iktidarın ancak bu iki etken arasındaki uyum sayesinde ayakta kalabileceğini vurguluyordu. Bu düşüncenin itiraz götürmeyecek yanı, siyasi yapının, kendisini üretim tarzının gereklerine göre esnek kılabilmesi ve ona (her an) uyum gösterebilmesiydi. Bu uyumu yakalayamayan iktidar dağılıp gitmeye mahkûmdu. Demek ki zor kullanma, tarihte iktidarları belirleyen ilk ve değişmez etken değildi. Engels’in başını çektiği bu düşünce yapısı, aslında sömürü-karşıtı devrimci güçler için her zaman ufuk açıcı ve aynı zamanda da cesaretlendirici olmuştur. Çünkü siyasi yapı ve üretim tarzı arasında ortaya çıkacak bir uyumsuzluk, tüm zorbalık makinelerine rağmen o mevcut iktidarı yerle bir edecektir; “ilerleme”nin doğası budur.
Aslında Engels’in öne sürdüğü “ilerleme” tanımı hayli karmaşık görünür. Söz konusu tanım sınıfsal yapılar arasındaki çatışmaları öne çıkartır ve bu çatışmaları da “ilerleme”nin bir göstergesi olarak öne sürer. Engels bir yandan modernliğin sinsi yanının, köleliği gizlemesi olduğunu söyler; ama diğer yandan da o modernliği Antik dönem ile karşılaştırarak, “şimdi en azından köleliğe karşı bir özgürlük düşüncesi doğmuştur” diye ekler. İşte Engels’in bu eki, “ilerleme”nin son derece esnek ve göreceli bir “şey” olduğuna vurgu yapar. Öyle ki Engels, tarihin ürettiği her ilerlemenin, kesinlikle karanlık bir yüze sahip olduğunu vurgulamış, bu kavramın bir anlamda da “eşitsizliğin ilerlemesi” demek olduğuna dikkat çekmiştir. Engels’in, “ilerleme” üzerine kurduğu bu diyalektik, Marx’ın da konusudur; o da, burjuva sistemini tam bir “üretim anarşisi” halinde tanımlamış, oysa bu anarşiyi, bir yandan da “ilerlemenin gerçek nedeni” diye işaret etmişti. Marx ve Engels’in perspektifinden baktığımızda (ki bunlara Hegel’i de eklemek mümkündür elbette), gerçek bir “ilerleme”, karanlık yüzü ile birlikte işlerlik kazanır. Bu yüzden bu kavram, şu ya da bu sınıfın tek başına yüklendiği bir sorumluluk dahilinde hedefleyeceği bir iktidar düşüncesi ile tanımlanamaz. Ve bu yüzden “ilerleme”nin, yalnızca “ilerleme sahipleri” tarafından saptanacak (ve bu saptamalara göre dayatılacak) yöntemlerle ya da o sahiplere karşı muhalif katmanların direnmesiyle başarılamayacağı ortadadır.
Yukarıda söz edilen tartışma üzerine derin yorumlar oluşturmak, başka bir yazının konusu olabilir. Ama burada (yorumları biraz da “aşırı” düzeye yükselterek ve madalyonun ters yüzüne bakarak) şu söylenmeli: “İlerleme” ile zor kullanma eylemi 000000000000000arasındaki ilişkinin “tartışılabilir” olması, “ilerleme” kavramının psikolojik açıdan tarihe “temiz” geçmesinin de yolunu açmakta gecikmedi. Bu kavram, aynı psikolojinin verdiği ivme ile, giderek “ne pahasına olursa olsun” erişilmesi gereken toplumsal bir hedef haline geldiği gibi, içine sızmış olan tüm şiddetin de gizleyicisi oldu. Yeniden konunun başına dönecek olursak, “felaketler fablı” olarak adlandırılan zulüm sürecinin, kutsal bir “ilerleme” tarihi halinde yazıldığına ve böylece egemen sınıfların dayattığı bir biçime dönüştüğüne dikkat etmeli (burada Rossi’yi bir kez daha anımsamalı: “İlerleme”nin kutsallığını eleştiren binlerce sayfa, sanki hiç yazılmamıştır).
Sömürü sistemi, üretim tarzı ile siyasi yapı arasındaki tüm çelişkileri en fazla “ilerleme”nin kutsallığı yardımıyla gizlerken, zor kullanma eylemini de yine bu yolla normalleştirebilmiş, dahası önemsiz bir ayrıntıya indirgeyebilmiştir. Türkiye özelinden bakacak olursak, tarihin her satırının “ilerleme” payandası ile sağlamlaştırıldığı ve o payandanın gerçekte, siyasi yapıyı meşrulaştırdığı bellidir. Bu durum o siyasi yapı ile üretim tarzı arasındaki tüm uyumsuzlukların ve buradan ortaya çıkan sömürülerin, geleceğe meşruluklar şemsiyesi altında aktarılmasına yardımcı olmuştur. Rahatça iddia edilebilir ki “ilerleme” kutsallığı altında korunmuş bir zulüm tarihi, bu bağlamda bir “bellek silici” görevini de üstlenir. Benjamin’in bu durum üzerine yaptığı bir saptama son derece çarpıcıdır: “Faşizmin bir şansı da, faşizme karşı olanların, onu ilerleme adına tarihsel bir kural saymalarıdır.”
Bir kavramı yörüngesinden çıkarırsanız, yani onu tüm bağlamlarından soyarsanız, artık onu istediğiniz biçimde tanımlayabilir ve rahatça kullanabilirsiniz. Bugün siyasi yapı, üretim tarzı, “ilerleme” ve tarih arasındaki ilişkilerin keyfi tanımlar ile derme çatma kurulmuş olması ortaya “tuhaf” bütünlükler çıkartıyorsa, bu noktada belleğin korumaya çalıştığı ayrıntıların önemsizleştiğine dair bir enformasyon yaymanız da mümkün olabilir. İşte dünyada olduğu gibi Türkiye’deki yeni kuşak kitlelerin de, söz konusu “bellek silici” enformasyona şiddetle maruz kaldığı açıktır.
Yeni enformasyon araçları yardımıyla, uyumsuzluklar üzerine kurulmuş iktidar yapısının normalleşmesi, 19. yüzyıl tartışmalarının odağına yerleşmiş silah gücünü de (bir kez daha) gündeme taşıyor. Daha açık olarak şunu belirtmeli: Bugün iktidar yapısının bu normalleşmeyi yalnızca bir takım enformasyon araçlarıyla başarmadığı, deneyimlerle sabittir. Bağlamdan soyulmuş kavramların çarpıtılarak kullanılıyor oluşu her ne kadar bir enformasyon gücüne gereksinim duysa da, bu tek başına yeterli değildir. Bunun yanı sıra siyasi yapı, üretim tarzı, “ilerleme” ve tarih arasındaki bozuk ilişkileri normalleştirerek savunacak kitlelerin iktidar adına örgütlenişine, felsefi ve siyasi metinlerin tahrif edilerek yeniden sunuluşuna, estetiğin eleştirel gücünün yok edilişine de gereksinim vardır. Fakat bunların uygulanışı sırasında hâlâ bir sorun varsa (yani hâlâ sömürünün sürdüğüne dair düşünce yürütenler varsa), onların imha edilmesi de kaçınılmaz olur. Silahlı zorbalığın devreye gireceği yer burasıdır; silah, bir iktidarın devamına yarayacak biçimde geri dönmüştür.
Yukarıda sunulan bu sahne, tarih üzerinde ustaca uygulanmış bir manipülasyonun eseri olarak, bir “unutturmayı” başarabilmiş ve her tür toplumsal düzeyde bir “normalleştirme” gerçekleştirebilmiştir. Böylece sömürü üzerine temellenen üretim tarzı ile siyasi yapı arasındaki her uyumsuzluğu yeniden ve yeniden deforme ederek, “yeni siyaset”in biçimleri gibi sunan ve kendisini “ilerleme”nin olmazsa olmaz bir gerekliliği halinde tanıtan bu sistem normalleştiği sürece, sömürü-karşıtı devrimci güçlerin “önemsizleştirilmesi” de kaçınılmaz olmaktadır. Bugün yeni nesiller arasında, tarihe dair kimi noktaların hiç anımsanmaması ya da anımsamaya değer görülmemesi bu yüzdendir. Üstelik artık “ilerleme”nin anlamının, insanlığın “özgürleşme” ve “refah” yönünde attığı paylaşımcı adımların da dışına çıkartıldığı, yalnızca “zenginleşme özgürlüğü”ne dönüştürüldüğü düşünülürse, bozulan tarihsel kavramların baştan forme edilmesi de, yeni bir çalışma alanı ortaya koymaktadır.
Son olarak şu söylenmelidir ki “unutturulma” ve “önemsizleştirilme”, yalnızca bir takım zihinsel telkinler ile gerçekleşmemektedir. Aynı zamanda (bir “deformasyon” sürecine bağlı olarak) toplumsal kurumların işleyişleri de, bu “normalleşme”ye hizmet eder duruma sokulmaktadır. Örneğin 16 Mart katliamının faillerinin devletin üst seviyelerine hızla tırmanmaları, bunlar hakkında açılan davaların düşmesi, davaların yeniden açılması yönünde gösterilen çabaların asla gerekli sonuçlara ulaşamaması ve hatta söz konusu davaların “zaman aşımı” sınırına gelip dayanması, toplumun belleğinin yanında ona işlerlik kazandıran mekanizmaların da manipülasyona maruz kaldığını gösteriyor bize.
Böylece ortaya şöyle bir durum çıkıyor ki, “Katledilen Anti-Faşist Öğrenciler” sergisi ile başlatılan süreç, bir “anma” eylemi olmayacaktır. Bu süreç tarihin silinmiş noktalarını bir kez daha yerli yerine yerleştirirken, aynı zamanda bugünkü toplumsal sahnenin dikkatli bir çözümlemesini de gündemine alacaktır. Söylemler değişmiştir: Siyaset, toplum, adalet, tarih, ilerleme, özgürleşme vb. başka türlü tanımlanmaktadır. O halde tüm tahrif edilen kavramların yeni tanımlarını (onları bir yana atmaksızın) kullanmak, onların tarihsel anlamları ile ustaca değiştirilmiş içerikleri arasındaki farkı sergilemek de gerekecektir. 16 Mart katliamına dair davaların “zaman aşımı”na nasıl gelip dayandığı da, tahrif edilmiş kavramların oluşturduğu toplumsal bir sahnenin iyi anlaşılmasına bağlıdır.
Bugün hiçbir faşist, “ilerleme”nin kutsallığının peşinden gittiği için, kendisinin faşist olduğunu kabul etmiyor ya da öyle hissetmiyor. Bu serginin belki de öncelikli işlevi, bunu vurgulamak olmalı.
Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, Çev: Ayhan Çitil, Doruk Yay. S. 418.
William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi /1848’den 1955’e Dünya Sosyalist ve Komünist Hareketleri, Çev: Can Saday, Yazılama Yay. 2011, s. 52.
Paolo Rossi, Gemi Batıyor Seyreden Yok / İlerleme Fikri, Çev: Durdu Kundakçı, Dost Yay. 2002, s. 110.
A.g.e. s. 108.
Reinhart Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Yay. 2007, s. 113.
Walter Benjamin, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay. 1995, s. 37.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://liman.yetkin-forum.com
LiMaN
Administrator
Administrator
LiMaN


Mesaj Sayısı : 1977
Kayıt tarihi : 10/12/06

"Zamanaşımı" sergi Empty
MesajKonu: Geri: "Zamanaşımı" sergi   "Zamanaşımı" sergi Icon_minitimeC.tesi Mart 17, 2012 9:44 am

Zamanaşımı "sergi" sanatçıları

1. Alaaddin Aksoy
2. Ali Dirier
3. Alimert Baran
4. Ali Mete Sancaktaroğlu
5. Ani Setyan
6. Anti- Pop
7. Antonio Cosantino
8. Arda Soykan
9. Aslan Cem Şahin
10. Aysun Akbulut
11. Barasinga
12. Barış Doğrusöz
13. Barış Seyitvan
14. Başak Bugay
15. Buket Güreli
16. Burkay Özçelik
17. Bülent Fidan
18. Canan Ünal
19. Cemil Cahit Yavuz
20. Cevdet Kocaman
21. Cihan Demirci
22. Cihat Aral
23. Cüneyt Kırdar
24. Cüneyt Çelik
25. Çağri Saray
26. Çetin Korkmaz
27. Dağhan Yürürler
28. Deniz Gökduman
29. Dilek Demirci
30. Doğan Keskin
31. E. Sami Kızıltan
32. Eda Gecikmez
33. Emrah Nallar
34. Emre Zeytinoğlu
35. Enis Rıza
36. Erkmen Senan
37. Esat Cavit Başak
38. Esat Tekand
39. Ethem Özgüven
40. Eyüp Öz
41. Fatoş Karadağ
42. Filiz Çağın
43. Fulya Çetin
44. Gamze Olgun
45. Gürsel Soyel
46. Güven Mendi
47. Hakan Cingöz
48. Hakan Gürel
49. Hakan Gürsoytrak
50. Halil Yavuz Ertürk
51. Harun Antakyalı
52. Hasan Özgür Top
53. Huri Kiriş
54. Hülya Şafak
55. İbrahim Çiftçioğlu
56. İlhan Şen
57. İrfan Okan
58. Kadir Çıtak
59. Karakarga
60. Kemal Gökhan Gürses
61. Kemal Seyhan
62. Korkut Canpolat
63. M.Enis Şensever
64. Manuel Çıtak
65. Mehmet Aksoy
66. Mehmet İlkerli
67. Mehtap Yücel
68. Meliha Coşkun
69. MeMeT Güreli
70. Menekşe Samancı
71. Meryem Altuntaş
72. Metin Üstündağ
73. Murat Başol
74. Murat İrtem
75. Nalan Ünal
76. Nalan Yırtmaç
77. Nazım H.R.Dikbaş
78. Nazım Ünal Yılmaz
79. Neslihan Pala
80. Nilgün Tüzüntürk
81. Nurcan Gündoğan
82. Okan Sapmaz
83. Orhan Taylan
84. Özge Aydın
85. Pınar Öğrenci
86. Rad Dar
87. Rafet Arslan
88. Reşat Bayrakdar
89. Sakine Çil
90. Savaş Ekşioğlu
91. Seçkin Aydın
92. Selahattin Yıldırım
93. Selçuk Fergökçe
94. Selim Karadana
95. Senih Çavuşoğlu
96. Serdal Kesgin
97. Serdar Şencan
98. Seren Ceren Asyalı
99. Seyhan Atamer
100. Seyit Kerem Durukan
101. Sezai Özdemir
102. Sezai Sarıoğlu
103. Sezin Yeşildal
104. Siyabent Fırat Çetin
105. Süreyya Acar
106. Şefik Özcan
107. Şevket Sönmez
108. Tan Cemal Genç
109. Tan Taşpolatoğlu
110. Taner Güven
111. Taylan Mintaş
112. Temür Köran
113. Turgut Yüksel
114. Ümit İnatçı
115. Vahit Tuna
116. Veysel Gençten
117. Y.Kenan Çetinkaya
118. Yavuz Kılıçer
119. Yonca Saraçoğlu
120. Zeycan Alkış
121. Zeynep Özatalay
122. Zeynep Özdemir
123. Zülal Üşenmez Ertürk
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://liman.yetkin-forum.com
 
"Zamanaşımı" sergi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» iki sergi birden
» Sergi Haberi (15 Ocak 1992)
» [color=violet]Sergi Davetiyesi[/color]

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Sanat :: Duyurular!-
Buraya geçin: